Deneyimli yönetmen Kartal Tibet'in büyük bir tanıtım bombardımanı eşliğinde gösterime giren absürd bilim-kurgu parodisi “Dünyayı Kurtaran Adam'ın Oğlu”, öncülü olan 1982 tarihli filmin mantalitesi ve yapım koşullarından çok uzaklarda olduğundan, perdede onunkine benzer bir etki uyandıramıyor.
Vaktiyle Dünyayı Kurtaran Adam'a yenilmiş olan Uga, intikamını almak için
tekrar yeryüzüne gelir ve bir zamanlar onu alteden kahramanın oğlu Zaldabar'ı
kaçırır. Ancak Uga, Zaldabar'ın bir ikiz kardeşi olduğundan habersizdir. Dünyayı
Kurtaran Adam da kaçırılan oğlunun ardından yollara düşmüş ve uzayın
derinliklerinde yok olup gitmiştir.
Aradan yıllar geçer ve uzaya giden ilk Türk olan Gök-Men de uzayda esrarengiz
bir şekilde kaybolur. Bunun üzerine, Dünyayı Kurtaran Adam'ın gezegende kalan ve
astronot olarak yetiştirilen diğer oğlu Kartal, millî kahraman Gök-Men'i bulmak
için harekete geçer. Gök-Men'i galaksi galaksi arayan Kartal, sonunda Lunatika
adlı bir gezegende hem kayıp babası Dünyayı Kurtaran Adam'ın hem de Gök-Men'in
izine rastlar. Genç kahramanımız, görevi başarabilmek için, kötü bir uzaylı olan
Uga tarafından kaçırılıp aynen kendisi gibi kötü bir adam olarak yetiştirilen
ikiz kardeşi Zaldabar ile büyük bir mücadeleye girişecektir.
“Dünyayı Kurtaran Adam'ın Oğlu” filminin belki de en büyük talihsizliği, onu
yapanların, Frenklerce adına “fantastik” ya da “trash” (çöp kutusu) denilen
sinemasal alt-tür hakkında en küçük bir fikre bile sahip olmamaları…
Bu alt-türde kötü oyunculuk ve bütçesizlik, devâsâ bütçelerle çalışılan,
aşırı disiplinli profesyonel bir sinema anlayışının karşısında tam anlamıyla bir
“erdem”e dönüştürülmüş ve âdeta kutsanmıştır. “Yıldız Savaşları”nın yönetmeni
George Lucas, bu serinin herhangi bir filminde en arka sıralarda boy gösteren
robot kostümlü bir figüranın duruşunu beğenmezse, onunla ilişkili bütün
sahneleri rahatlıkla çöpe atıp, aynı bölümleri haftalar boyunca tekrar
çekebilir. Çünkü, “Yıldız Savaşları” kusursuzluk mantığı içinde çekilen bir
filmdir.
Oysa, “trash” sinemada böyle teknik hatalar neredeyse işin olmazsa olmazıdır.
Sinema tarihine geçmiş bir çok “trash” filmde set elemanları, kamera kabloları,
spotlar sık sık kadraja girer; dekorlar, makyajlar ve kostümler sapır sapır
dökülür, inanılmaz kurgu hataları gerçekleşir. Tıpkı bu janrın en büyük ismi
sayılan Amerikalı yönetmen Ed Wood'un ünlü “Plan 9 from Outer Space” (Uzayın
Derinliklerinden Gelen Dokuzuncu Plan) adlı “trash bilim-kurgu başyapıtı”nda
uçandairelerin tencere kapaklarından yapılması ve onları havada tutan iplerin
açıkça görülmesi gibi…
Sinema salonuna girdiğinde herşeyiyle dört dörtlük dokunmuş bir öykü
izlemenin derdindeki formel sinemaseverler için hiç bir anlam ifade etmeyen,
dahası salonu bir an önce terketmeyi gerektiren bu gibi gariplikler, bir “trash”
film tutkunu içinse bulunmaz nimettir. “Trash” çılgınları perdede ne kadar
gariplik ve hata görürlerse o kadar coşar, izledikleri filmi o denli baş tacı
ederler.
Zor zamanda yapılmış zor bir film
İşte, yönetmenliğini Türk sinemasının emektarlarından Çetin İnanç'ın
yaptığı, başrollerini Cüneyt Arkın ve Aytekin Akkaya'nın üstlendiği 1982 tarihli
“Dünyayı Kurtaran Adam”ın tılsımı da buradan geliyordu. 12 Eylül İhtilâli'nin
hemen sonrasındaki durgunluk günlerinde, ağır bir siyasî sansürle, döviz
yokluğuyla, ayrıca negatif film ve banyo eczası gibi sinemaya ilişkin her türlü
teknik malzemenin ithalinin de kısıtlandığı zorlu bir süreçte ayakta kalma
mücadelesi verirken bir yazıhanede biraraya gelen İnanç, Arkın ve Akkaya, hem
siyasî açıdan cunta yönetimini rahatsız etmeyecek, hem de eldeki süper kıt
imkânlarla kolayca başlanıp bitirilebilecek bir projenin derdine düşerler. Temel
hedef de o günlerde video kaset furyasının etkisiyle iyiden iyiye sinema
salonlarından uzaklaşmış olan çocuk ve genç izleyiciyi yeniden salonlara çekecek
bir “teenage” (yeniyetme) filmi yapmaktır. Sonuçta, yönetmen Çetin İnanç'ın
kafasında yanan ampul, oyuncu Cüneyt Arkın'ın daktilosunda senaryolaşır; baş
kahramanın has arkadaşı olarak da Aytekin Akkaya üçlüyü tamamlar ve 1982 yazı
girerken Ürgüp-Peribacaları'nın eteklerinde “Dünyayı Kurtaran Adam”ın
çekimlerine başlanır. Kameraman ise -1992-1993 yıllarında benim de kamera
asistanı olarak bir yıl çıraklığını yaptığım- Erler Film'in en kıdemli görüntü
yönetmeni sevgili Çetin Gürtop'tur.
Bütün film, tamamen ekibin coşku dolu gayretleriyle, günümüzün sıradan bir
televizyon dizinin herhangi bir bölümünün harcamalarına denk bir bütçeyle
çekilir. Doğrudur, filmdeki uzay sahneleri “Yıldız Savaşları”ndan, müzikler ise
başta “Kutsal Hazine Avcıları” olmak üzere bir dizi ünlü filmden aşırılmıştır.
Pekiyi sorarım size, o tarihlerde Yeşilçam'da kaç yönetmen çektiği filme özgün
müzikler yaptırıyordu ki?
Plastik maketlerle (o zaman böyle sahnelerin yapımını kolaylaştıran üç
boyutlu grafik animasyon programları zaten Hollywood'da bile yoktu) uzayda
çatışma sahneleri çekme konusunda en basit bir deneyimi bile olmayan bir
sinemanın çocukları olarak, bu insanların elleri kolları elbette ki bağlıydı.
Buna rağmen yine de müthiş bir çabaya giriştiler ve sinemacılıkta
“back-projection” denilen bir tekniği uygulayarak Akkaya ve Arkın'ın kokpit
çekimlerinin arkasına uzay patlamalarını yansıtmayı başardılar. Çok bilenlere
hatırlatalım ki bu ilkel efekt denemesi bile Türk sinemasında bir “ilk”tir.
Anılan filmin çekimlerinden hangi traji-komik öyküyü aktarmalı ki sizlere…
Yeşilçam'ın en kıdemli dublörü, “yerli Rambo” nâmıyla mâruf Sönmez Yıkılmaz'ın
peri bacalarının civarındaki sahnelerde sık sık boy gösteren iğreti robotun
içinde, üzerindeki metal kaplamaları günde 15 saat hiç çıkarmadan kan ter içinde
çalışmasını mı… Yoksa, lazer silahlarının ışın demetlerini yapamayan köhne bir
sinema endüstrisinde, filmi kurgulayan kişinin doğrudan şeridin üzerine
topluiğneyle (müthiş bir dikkat ve sabır içinde) kare kare çizikler atarak
“lazer atışları” yapmasını mı… Ya da ne bileyim, sonraki yıllarda Taksim'deki
bir parkta karnı günlerdir aç ve soğuktan donmuş bir hâlde ölü bulunan rahmetli
figüran Yadigar Ejder'in sık sık yaralanmak pahasına setteki her sorunu çözmek
için koşturup durmasından mı söz etsem acaba…
Kısacası, “Dünyayı Kurtaran Adam”, bütün eksikleri, kusurları, yanlışları ve
zavallılığı içinde yine de büyük bir filmdir. O, Türk sinemasının sonraki
yıllarında azar azar boy göstermeye başlayan bir sürü özel efektli yapımın
yolunu açan onurlu bir milattır. Nitekim, batılı “trash” film tutkunları da
olayı böyle yorumladıklarından dolayı, oldukça gecikmeli biçimde keşfettikleri
bu filmi 1990'lı yıllarda baştacı yaptılar. Bugün uluslararası internet
sitelerinde herhangi bir James Bond filmi 10-15 dolara satılırken, menüsünde
filmin kendisinden (o da tek kelimeyle haşat ve İngilizce altyazısız bir kopya)
başka ekstra hiç bir şey bulunmayan “Dünyayı Kurtaran Adam” DVD'si ise ortalama
25 dolara satılıyor. Bu, gariban bir ülkenin gariban sineması karşısında
şaşkınlıkla karışık ortaya çıkan bir “saygı duruşu”dur aslında. Nitekim, ünlü
İngiliz “trash” film uzmanı Pete Tombs'un 1998 tarihli “Mondo Macabro” adlı
kaynak kitabında böyle filmler için “weird and wonderful cinema” (çılgınca ve
harika bir sinema türü) ifadesini kullanması da bunun bir başka kanıtı…
İsmi aynı, ama ruhu yok!
O yüzden, bütün yükü -beyazperdede artık yorgunluk belirtileri
sergileyen- Mehmet Ali Erbil'e yıkan, aralara da ilk filmin ikonu Cüneyt Arkın'ı
salatanın üzerindeki zeytin türünden serpiştiren, maydanoz olarak ise Deniz
Seki, Sinem Kobal ve Pascal Nouma gibi popüler kültür imajlarını kullanan “Gora”
devşirmesi “Dünyayı Kurtaran Adam'ın Oğlu”nun -adı haricinde- bu efsaneyle
uzaktan yakından hiç bir ilişkisi yok. Olması da beklenemezdi zaten…
3 milyon dolar bütçesi olup, her karesi profesyonel grafik animasyonlar ve
gösterişli dekor-kostümlerle bezenmiş bir film için pek çok şey denilebilir,
fakat asla “trash” denilemez. Bu, olsa olsa uzayda geçen bir güldürü
denemesidir. Ancak, ne yazık ki son yıllarda başrolünde Erbil'in oynadığı diğer
bütün filmler gibi, bu yapımda da güldürü dozu bir hayli eksik kalıyor. Çünkü
özünde iyi bir aktör olan, fakat nice zamandır ciddi bir tıkanıklık yaşayan
Erbil, ezbere bilinen jest ve mimikleriyle artık her yeni filminde aynı insanı
oynar bir görünüm içinde…
Onun dışında, uzay aracına Şahin otomobil tarzında vites koymak gibi espriler
de “trash” sınıfına girmiyor. Neden mi? Gerçek bir “trash” filmde böyle bir
vites kolu millet gülsün diye değil, yönetmen ve set ekibi onun çok güzel ve
gerçekçi durduğuna inandığı için orada bulunur da ondan. Bu yüzden, anılan
sahneler olsa olsa ünlü ZAZ grubunun “Airplane”, “Top Secret” ya da “Hot Shots!”
gibi filmlerinde yaptıkları türden absürd durum komedisi örneklerine karşılık
gelebilir. Ancak, bütün bu sinemasal süsler de “Dünyayı Kurtaran Adam'ın
Oğlu”nda hem sayıca hem de güldürü dozu itibarıyla yetersiz kalmış.
Filmlerin de tıpkı insanlar gibi bir “ruh”u vardır. O ruhu hissederseniz,
izlediğiniz filmi sevmeniz de kaçınılmazdır. Aynen, çok döküntü bir sinema
diliyle çekilmiş olmalarına rağmen bütün “Hababam Sınıfı” filmlerinin bugün hâlâ
milyonlarca insan tarafından baştacı yapılıyor oluşu gibi… Ya da -Türk
sinemasının tarihinde benim de en büyük favorim konumundaki- Cüneyt Arkın'lı
“Malkoçoğlu”, “Battal Gazi” filmlerinin büyüsünün hiç geçmemesi de bunun bir
başka örneği…
“Dünyayı Kurtaran Adam'ın Oğlu”nun, onca ses ve görüntü efekti, görüntüsünde
tek bir leke ve çizik bile bulunmayan pırıl pırıl banyosu ve fazlaca düzgün
hazırlanmış jeneriğinin ardındaki temel sorunu da bu. Çok basit bir hesap
üzerine, yani efsaneyi doğuran filmin mirasını hovardaca talan etmek üzerine
kurulmuş olduğundan, kendine ait bir ruhu yok.
Bizimkilerin son dönemde -özellikle de “Gora”da- gitgide gelişen yapım
koşulları paralelinde artık ne denli başarılı özel efektler yaptıklarını zaten
görmüştük. Ancak, “Hadi bir de buna bakalım” diyenler keçi boynuzu tadında bir
gösteriye şimdiden hazır olsunlar.
http://www.yenisafak.com.tr/sinema/?t=16.12.2006&q=1&c=17&i=19757&Haftan%C4%B1n/filmi//D%C3%BCnyay%C4%B1/Kurtaran/Adam%C4%B1n/O%C4%9Flu//%C4%B0%C5%9Fin/t%C4%B1ls%C4%B1m%C4%B1/isimde/de%C4%9Fil/kalbini/ortaya/koymakta%E2%80%A6
|
|
|
|